23 Ağustos 2011 Salı

Andre Gide

                                       ' ben bir başkasıdır'




'...kim olacağımı bilememekten ötürü tasalanıyorum; kim olmak istediğimi de bilmiyorum; ama seçmek gerektiğini pek iyi biliyorum. nereye gitmeğe karar verirsem beni yalnız oraya ulaştıracak olan güvenli yollarda yürümek istiyorum; fakat bilmiyorum, ne istemek gerektiğini bilmiyorum.
kendimde bin bir mümkünün var olduğunu hissediyorum. fakat bunlardan yalnız bir tanesi olmağa rıza gösteremiyorum. ve her an yazdığım her sözün, her yaptığım hareketin, çehremin silinemeyecek yeni bir çizgisini meydana getirdiğini düşündükçe ürküyorum. öyle bir çehre ki, bir seçime varamadığından, onu cesaretle sınırlayamadığından kararsız, şahsiyetsiz, korkak olarak tespit edilecek...
tanrım, yalnız tek bir şey istemeyi ve durmadan onu istemeyi bana ilham et.'
3 ocak 1892
Andre Gide



Andre Gide 22 Kasım 1869'da Paris'te dünyaya geldi.Babası protestan ve köylü kökenli,annesi ise katolikti.Gide henüz 11 yaşındayken Paris üniversitesinde HukukProfesörü olan babasını kaybetti.Ailedeki kadınların etkisi ve annesinin katı otoritesi altında büyüdü ve Bu ölümün onun yazılarına etkisi yadsınamayacak derecede oldu. Bir Kuzey Afrika gezisi sırasında Oscar Wilde ile tanıştı ve ikilinin ilişkileri uzun süre sorgulandı(eşcinsellik açısından).1895'te kuzeniyle evlendi.

     
                ''gerçeği arayanlara inanın.bulanlardan da şüphe duyun''


İsmet Özel'in ''Amentü''sünde Andre Gide'in de ismi geçer.

...meyan kökü kazarmış babam kırlarda
ben o yaşta koltuğumda kitaplar
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
cebimde kırlangıçlar, çılgınlık sayfaları
kafamda yasak düşünceler, gide meselâ...

                                   
              ''yalnızca deliligin soylettigi ve aklın yazdıgı guzel şeyler vardır''




1925'te en önemli eserlerinden biri olan ve tek romanım dediği 'Kalpazanlar'ı yayımlanmıştır..1924 yılında Corydon adlı homoseksüelliği savunan bir kitap yayımladı, fakat eser ilk etapta kınanmıştır.'Batak,  Pastoral Senfoni, Dünya Nimetleri, Kadınlar Okulu, Dostoyevski'' yazarın diğer eserlerinden bazılarıdır. Dar Kapı 1909′da yayımlanmıştır.1947'de "Korkusuz bir hakikat sevdası ve keskin psikolojik anlayışı ile sunduğu insan sorunları ve durumları hakkındaki, kapsamlı ve sanatsal olarak kaydadeğer yazıları için"  Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı.19 Şubat 1951'de yaşamını yitirdi.


                   
                “Dar kapıdan geçiniz, çünkü, insanı yıkıma götüren yol rahat ve geniştir.”






Eşcinsel bi yazar olarak 'aşk'ı güzel ve derinlemesine anlatan Gide, kendi hayatına ait kimi parçaları 'DAR KAPI' adlı romanında yedirerek kendi dünyasındaki sorgulamalarını, aşk ve erdem hakkındaki görüşlerini okurun gözleri önüne sermekten çekinmemiştir. Gide-Madeleine aşkı, Jerome-Alissa aşkında gözler önüne serilmiştir. Tıpkı Jerome gibi o da küçük yaşta babasını kaybetmiş ve aşkla bağlandığı Madeleine romanda Alissa olarak karşımıza çıkmıştır. Hatta romandaki mektuplaşmalar Gide’yle  Madeleine’in yazışmalarının romana aktarılmasıdır.


                                     
                                    "bugün söz, henüz hiç konuşmayana aittir"




Dar Kapı, sohbet havasında bir üsluba sahip bir roman olarak göze çarpar. Olayların gelişimi -özellikle manevi değişimler- mektupla ve günlük aracılığıyla okuyucuya verilir. Kahraman anlatıcı bakış açısıyla-önce Jerome’nin sonra Alissa’nın- kaleme alınmıştır. Olayları yetişkin-Jerome anlatır bize, yıllar sonrasından yıllar öncesine olan bu bakışta aynı zamanda yaşanılan olay, duygu ve izlenimlerin kritiği de vardır. Her ne kadar yaşananları aktarsa da yetişkin-Jerome şunu itiraf eder bize, “Sözleri tam olarak bunlar mıydı? Bunu tam olarak doğrulayamam, çünkü söylediğim gibi aşkımla öylesine doluydum ki, onun bazı sözlerini ancak duyabiliyordum.


                                    
                                    ''açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez''




Eserde Goethe’den, Baudelaire’den, Racine’den, Shakespeare’den ve kimi farklı kaynaklardan(Internelle Consolacion) alıntılar(cümleler, şiirler, ilahiler…)  vardır. Eserin içinde yazar ve şairlerin karşılaştırmaları (Leibiz, Shelley  , Byron, Keats, Hugo, Baudelaire) vardır.




“Yalnız yürümek için yeterince güçlü değil misin? Hepimiz Tanrı’ya tek başımıza ulaşmak zorundayız”




''Alissa’da her nedense Mecnun’dan çok Leyla’dır''. Cinsiyetleri yüzünden değil. Aşka olan yaklaşımlarından, seçtikleri rollerden. Sessizce büyüttükleri aşk, ölümle/kavuşmayla önce/önden giden olmaları, aşklarını sessizlikle/sessizlikte/sükutta yaşamaları… yüzünden. Mecnun’un mecnunluğu, Jerome’nin çevresine aktardığı aşkı, aşkın diğer yanındaysa aşığa duyulan özlemle büyüyen gerçek aşk. Belki aşkın dereceleri Mecnun ve Alissa’da benzer ama yaşayış şekli Alissa’yla Leyla’yı aynı düzleme getirmekte. Sanki bir Doğu masalı/ezgisi/mesnevisi okumuş/dinlemiş gibi oluyor insan bu romanda. Her nedense ilahi aşk, daha çok, Doğu’ya yakışıyor; onun sınırsız, kuralsız, şekilsiz yaşamına. Batı, tıpkı Jerome’nin verdiği tepkiyi veriyor çünkü ilahi aşka, onu küçümsüyor, seviyesini bilimin altına yerleştiriyor ama bir taraftan da onu özlemeye devam ediyor.


          'aşkımla öylesine doluydum ki, onun bazı sözlerini ancak duyabiliyordum.” 




Jeromenin dar kapısı Alissadır ve o kapıdan geçemez. Alissa’nın dar kapısı Tanrı’dır ve o kapıdan geçer. Kimi ferah yolu tercih eder, kimi dar kapı’yı ve bu kapı iki kişinin geçemeyeceği kadar dardır...


''ben de 20 yaşında oldum ve hiç kimsenin bana bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söylemeye hakkı yok''



"...gide'nin ölümünden bir ki gün sonra, mauriac'ın aldığı bir telgraf bizi çok güldürdü. 
telgrafta şunlar yazıyordu: 
'cehennem yok, rahat ol. claudel'e de haber ver.' 
imza: Andre Gide..."

                                
                                 "ihtisam baktigin seyde degil bakisinda olmali"



"tanrim, geceyi bizim icin mi boylesine gizemli ve guzel yaptin? benim icin mi? hava ilik, ayisigi acik penceremden iceri dolmakta. oturmus, goklerin sonsuz sessizligini dinliyorum. butun varliklardan hayranlik duygulari yukselip birbirine karisiyor; sozcuklerle anlatilamayacak bir coskuyla dolu gonlumu alip surukluyorlar sanki. dua ederken bile sakin degilim. eger sevginin sinirlari varsa, bu sinirlari insanlar koymustur tanrim, sen degil! insanlarin gozunde suc olsa da, askimin senin katinda kutsanmis oldugunu soyle."


''yükümüz ne kadar ağır ve zahmetli olursa, ruhumuzu o oranda eğitir ve yüceltir.''



"bırak alaycılığı, bir insanın ölmesini gördüm. hiç de gülünç bir yanı yoktu bunun. korkunu gizlemek için işi şakaya dökmeye çalışıyorsun; ama sesin titriyor, sözde şiirin de iğrenç.
olabilir. evet, ölen bir insan gördüm. bana öyle geldi ki, ölümden önce, bunalım geçince acı köreliyor. ölüm bizi almak için kürklü eldivenler giyiyor. uyutmadan boğmuyor. bizi ayırdığı şey de kesinliğini, varlığını, sanki gerçekliğini önceden yitiriyor. öyle soluk bir evren ki bırakmak fazla üzüntü vermiyor artık, hayıflanacağımız bir şey de kalmıyor.
ben bu yüzden ölmek çok da zor olmasa gerek diyorum, öyle ya, eninde sonunda herkes o yolun yolcusu nasıl olsa. hem yalnız insan yalnız bir kez ölmeseydi, belki de edinilecek bir alışkanlık olurdu. ama ölüm, yaşamını doldurmamış kişi için çok acıdır. din ona; -aldırma, öbür tarafta başlar her şey, ödüllendirileceksin dese de boşuna. yaşamaya bu dünyada başlamalı."...


20 Ağustos 2011 Cumartesi

Slumdog Millionaire







                                             Slumdog Millionaire-Trailer






   







IMDB puanı :8.3

Jamal Malik is one question away from winning 20 Million ruppies.


How did he do it ?


A: He cheated
B: He is lucky
C: He's a genious
D: It is written-kaderiydi...


Bu soruyla açılan ,İngiliz , Hint ortak yapımı, ve yönetmenliğini '127 Saat' ve '28 Gün Sonra' gibi filmlerin yönetmeni Danny Boyle'un yaptığı Slumdog Millonare , Hint varoş(slum)larından çıkıp ülkemizde 'Kim 500 Milyar İster' olarak bilenen yarışmanın Hindistan versiyonuna katılan 'Jamal'in aşk ve acı dolu hayatından güzel kesitler sunuyor.


Film,muhteşem Hindistan görüntüleri eşliğinde; fakirliği , pisliği , kalabalığı , renkliliği , kültürel karmaşayı , sınıfsal uçurumları kısaca Hindistan varoşları hakkında her şeyi bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

Bir tarafında gökdelen Avrupayı aratmayan diğer tarafında ise gecekonduları,evsizleri,pislik içinde yüzen çocukları ile 'zıtlıkların' şehri olan Mumbai ( Bombay )'ın filme konu olan kısmının canlı birer örneği olarak, ülkenin sembolü Tac Mahal'i hayatlarında bir kez bile duymamış Jamal ve abisi Salim'in ; Tac Mahal'de turistlerin ayakkabılarını çalmaları,turistlere Tac Mahal'in bilmedikleri hikayesini anlatmaları,dilendirilmek için alıkonulmaları bütün bu varoş hayatına ışık tutan bir örnek...



Filmde, arabaları Hintli çocuklar tarafından yağmalanan Amerikalı bir turistin , Jamal ''işte Hindistan'ın gerçek yüzü'' demesi üzerine Jamal'e 100 Dolar uzatıp ''işte bu da Amerikanın gerçeği'' demesi de gerçekten güzel bi ironi olmuş.

Ayrıca film Türkçeye 'Milyoner' olarak çevrilmesiyle çoğu filmde olduğu gibi bi çeviri gazabına uğramış gibi görünüyor malesef.'Slumdog' ingilizcede 'varoşlarda yaşayan kötü durumdaki kişi' demek,ki film böyle bir genç olan Jamal'in hikayesini anlatıyor.Bu yüzden Slumdog Millionare'nin Türkçeye çevirisi olan 'Milyoner'in filmin hikayesini yansıtmadığını söyleyebiliriz.

Not: Sertap Erener'in ünlü Rengarenk şarkısının melodisini nereden intihal ettiğini bu filmde açıkça görebiliriz =)





              'pislik içinde yüzen çocuklar derken kastettiğim de buydu' =)
                                     
                                               ... IT IS WRITTEN ...

19 Ağustos 2011 Cuma

DRİVE








Vizyon tarihi: 16 Eylül 2011



Uzun metrajlı film ABD . Tür: Aksiyon , Gerilim

Süre:100 dk Yapım yılı: 2011 

Offical Web Site: http://www.drive-movie.com  (sitesi gerçekten ziyaret edilmeye değer)







 Filmin Özeti: 'Drive'; Hollywood'da dublörlük yapan ve keskin araba kullanabildiği için geceleri de soygunlara katılan bir araba sürücüsünün (Ryan Gosling) yaşamını merkeze alıyor...

Sürücünün yasa dışı hayatı, güzel komşusu Irene'nin (Mulligan) hapisteki kocasına yardım etmeyi kabul etmesiyle daha da tehlikeli bir hale bürünür. Zira bir anda kendisini Los Angeles'ın en tehlikeli adamlarının hedef listesinde bulur. Şimdi hem kendi hayatını, hem Irene ve oğlununkini kurtarmak için yapacağı tek şey en iyi bildiği şekilde sadece araba sürmektir!

James Sallis'in romanından Hossein Amini tarafından uyarlanan filmin başrollerinde bağımsız yapımların prensi Ryan Gosling, son dönemde yıldızı parlayan ve bu sene 'Never Let Me Go'daki performansıyla harikalar yaratan Carey Mulligan, 'Breaking Bad' ile üst üste üç Emmy kazanan ve sinemada daha fazla görmek istediğimiz yetenekli aktör Bryan Cranston bulunurken, yan roller de önemli isimlere emanet edilmiş: Albert Brooks, Christina Hendricks, Ron Perlman ve Oscar Isaac.

Film 64. Cannes Film Festivali'nden En İyi Yönetmen Ödülü ile dönmüştü...





''Ryan Gosling evokes Clint eastwood's ruthless 'man with no name' ,alain Delon's elegant urban samurai and Paul Newman's wry protagonist in cool hand luke'



''very cool pace , excellent performances great cgaracter study , incredible soundtrack...  it's a full package''


''DRİVE is brillant one of the most unexpected and exciting experiences of this or any other year'







18 Ağustos 2011 Perşembe

Hayvan Çiftliği



"...Aslında bu kitap bir 'peri masalı' olarak yazılmıştı... Orwell öyle diyordu eserine; büyükler için yazılmış bir masal...
Eserde, hayvanları aç bırakan, öldüresiye çalıştıran, yavrularını mezbahaya satan zalim bir çiftçiye karşı hayvanların isyanı anlatılır. Hayvanlar ateşli bir idealizm ve coşkulu sloganlarla, adaletin ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir cennet yaratmak için yola çıkarlar. Fakat macera, büyük bir hüsranla neticelenir ve Orwell, hayvanlar aleminden aktardığı bu öykü ile aslında devrimin tanıdık yüzünü; liderlerin sahiplere, rejimin diktatörlüğe dönüşümünü resmeder...
Hayvan çiftliğindeki karakterler Rus devriminden esinlenerek resmedilir; domuz Napoleon tam bir Stalin portresidir. Fakat hayvan çiftliği sıradan bir rus devrimi hicvi değildir. Orwell'in mesajı çok daha derindir...

Önsöz-Halide Edip Adıvar



George Orwell'ın Türkçeye çevrilen iki kitabından-diğeri '1984'-ilki olan 'Hayvan Çiftliği' dünya edebiyatındaki önemli yergi yapıtlarından biri olarak kabul edilir.Fabl türünde bi eser olan Hayvan Çiftliği bir bakıma '1984' romanına hazırlık olarak nitelendirilebilir.Şöyle ki , Hayvan Çiftliği'nde tek hakim olan domuzların türlü kurnazlıklarla hayvanlara hatırladıklarının yanlış olduğunu inandırması '1984'te insanların istenilen düşünceye kayıtsız şartsız itaat etmesini sağlayan ''çift düşün(double think)''ü akıllara getirir.

Kitabın alegorik bir yanının olduğu da su götürmeyen bir gerçektir.
Animalism : Komunizm                                   
Major: Marx
Snowball: Lenin
Napoleon: Stalin
7 Maddelik bildiri : Komünist Manifesto 
..gibi eşleştirmeler alt alta toplandığında kitaptaki her karakter  bizlere Rus toplumunu  büyük bir ustalıkla resmeder.Savaş bile alegoriden nasibini almıştır; mesela 'Ağıl Savaşı' kızıllar ile beyazlar arasındaki Rus iç savaşı iken 'Yel Değirmeni Savaşı' İkinci Dünya Savaşıdır.


Bu romanda 1984'te 'Goldstein' olarak gördüğümüz halkı korkutan,üzerine nefret seansları yapılan,halka öcü gibi gösterilen ve tüm olayların arkasında aranan hayali düşman, 'Snowball' olarak karşımıza çıkar.Napoleon zor kullanarak Snowball'ı çiftlikten kovduktan sonra çiftliğin gittikçe kötüleşen durumunu hep Snowball'ın çiftlik üzerine oynadığı oyunlara bağlayarak halkı kandırır.


''Demokrasi iki kurt ile bir kuzunun öğle yemeğini oylamasıdır.Özgürlük ise silahlanan kuzunun oylama sonucunu tartışmaya açmasıdır'' der Benjamin Franklin.Romanda hayvanlar çiftliği ele geçirdikten sonra 7 maddelik bir bildiri asarlar.Bildirinin bir maddesi aynen şöyledir: 'Bütün hayvanlar eşittir'.Günler geçer domuzlar kendilerinin daha akıllı olduğunu ve çiftliği daha iyi idare edeceklerini diğer hayvanlara inandırırlar ve yönetimi iyiden iyiye ele geçirirler.Kendi isteklerini bir ferman gibi ortaya koyan domuzlar 7 maddelik bildiriyi tek'e indirir ve aynen şöyle yazarlar: ''bütün hayvanlar eşittir ama domuzlar daha eşittir''.İşte bu açıdan bakıldığında bu roman -ya da masal- nasıl adlandırılırsa demokrasiye-üstünlerin hukukuna , müsavattan bazılarının daha eşit olduğu düzene - giden o acımasız yolu apaçık gözler önüne serer.Kurtlar domuzlardır bu hikayede,koyunlarsa diğer hayvanlar..

Romanda hayvanların bunca kötü duruma açlığa,sıkıntıya rağmen neden tekrar isyan edip 'özgürlük'e dönmek istemiyorlar sorusu akla geldiğinde buna verilecek cevabı Orwell kendisi veriyor :



''Hayatları müşkül,ümitlerinin hepsi tahakkuk etmemiş olabilirdi;fakat onlar başka hayvanlar gibi değildiler.Eğer aç kalıyorlarsa,zalim insanları doyurmak için aç kalmıyorlar,eğer çok çalışıyorlarsa hiç olmazsa kendileri için çalışıyorlardı.Aralarında hiç bir mahluk iki ayak üstü yürümüyor,aralarında hiç bir mahluk diğer bir mahluka efendi demiyordu.Bütün hayvanlar müsaviydi.'' yani özgür olmak için devrim yapan hayvanlar güç bela kazandıkları özgürlükten taviz vermeyi kabullenip , 'daha az özgür ama yine de özgür' düşüncesiyle demokrasiye katlanıyorlar diyebiliriz.


Sonuç olarak şu satırlarla çözümlemenin son noktasını koyabiliriz:

'power corrupts
absolute power corrupts absolutely'






17 Ağustos 2011 Çarşamba

American Beauty - Pocket scene



-Çektiğim en güzel şeyi görmek ister misin?

 Kar yağışına dakikalar kalan günlerden biriydi.Hava elektirik yüklüydü.neredeyse duyabiliyordum tamam mı?ve bu torba oradaydı.Benimle dans ediyordu oynamam için yalvaran küçük bir çocuk gibi.15dk için.İşte o gün fark ettim her şeyin ardında hayat vardı ve iyilik dolu inanılmaz bir güç.Korkmak için hiçbir neden olmadına inanmamı istiyordu.hemde hiç.Video zavallı bir bahane biliyorum.Ama hatrlamama yardım ediyor.’hatırlamaya ihtiyacım var’

Bazen öyle çok güzellik var ki dünyada.dayanamayacağımı hissediyorum.ve kalbim içine kapanacak...





Seven Pounds


İMDB puanı : 7.6




      "In seven days, God created the world. And in seven seconds, I shattered mine."


7 saniyede mahvolan bir hayatın gölgesinde 'mahvettiğin hayatlar için kendinden ne verebilirsin' sorusuna cevap arayan etkileyici bir dram.Filmin başları ana fikri vermek için epey bi nazlanıp biraz sıksa da birer birer ortaya çıkan kahramanlarla düğüm yavaş yavaş çözülüyor ve hikaye bizi ekran karşısında donup kalmamıza sebep olan son'a doğru sürüklüyor.Pursuit of Happiness gibi ince işlenen,merak uyandıran,izlenesi bir film..'SEVEN POUNDS'




                                                             ''DO NOT TOUCH JELLYFİSH''

16 Ağustos 2011 Salı

Pavese'den Alıntılar..







"kendimi yalniz birakmamak icin butun gece aynanin karsisinda oturdum"


"kadinlar kendilerini gucsuz olana bir idol, guclu olana bir esya gibi sunarlar."


" insan bir kadini eninde sonunda basından atacagina gore,
bunu bir an once yapmasi daha iyidir."


" hicbir kadin para icin evlenmez; butun kadinlar bir milyonerle
evlenmeden once, ona asik olacak kadar kurnazdirlar." (sf:134)


"...kadınların köklü ve kesin bir kayıtsızlıkları vardır
şiire karşı. bu bakımdan "eylemci" insanlara
benzerler-bütün kadınlar "eylemcidir" aslında. gençken,
kurnazca bir nedenle şiire ilgi duyarmış gibi görünürler:
şiir, kadınların gerçek saydıkları her şeyin kökünde
yatan bir coşkunluktan, bakhos ayinlerine özgü bir
coşkunluktan doğar. kadınlar, toy ve özentili oldukları
zamanlarda bile, hayatla karşı karşıya geldikleri zaman
içlerinde uyanan o gerçek ve etkin duyguyla başka bir
duyguyu hiçbir zaman birbirine karıştırmazlar... "


"yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük bir zevk duyduğumuzu göstermemekten başka bir şey değildir. bunu başaramadık mı, bırakıp giderler bizi."


"hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır."


''insan giyinip kuşanmak için para kazanan tek hayvandır! insan bir başkasını kendinden daha fazla sevemez,kendini kurtarmayı beceremeyeni kimse kurtaramaz!''


"insan kendini bir kadina duydugu ask yuzunden oldurmez.
ask -her turlu ask- bizi tum ciplakligimiz, sefilligimiz, duskunlugumuz ve hicligimizle aciga vurdugu icin oldurur."


''tiksiniyorum bütün bunlardan.sözler değil. eylem.artık
yazmayacağım''


"yaşanacak bir yaşam vardır.binilecek bisiklerler var.yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır."

"her ceset sen,ben ya da biz olabiliriz.arada hiç fark yok.eger yaşıyorsak,bunu bir başkasının kirletilmiş bedenine borcluyuz.bu nedenle her savaş bir iç savaştır.her şehit,yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar."

"ucurumdan kurtulmanin tek yolu; ona bakmak, derinligini olcmek ve kendini o bosluga birakmaktir.





"all is the same
times has gone by
some day you come
some day you'll die.
some one has died
long time ago."



"sevdiğin kadın ,günlerinin ne kadar boş, dayanılmaz olduğunu sana söyleyebilir;
şaşılacak olan, senin günlerinin nasıl geçtiğine hiç aldırmayışıdır." c.p.


''aşkla ilgili bir düşünce: senin kardeşin olarak doğmuş olmayı ya da seni dünyaya kendim getirmiş olmayı isteyecek kadar çok seviyorum seni.''


"kaldırımlarda uyumak dünyaya olan güveni gösterir."


20 ağustos 1950

akıp geçiyor günler ben dur diyemeden. anımsamalar kaplıyor yatağımın üstünü. rüyalarım bile günlerin devamı oluyor. hayal gücüm beni bulamıyor yatarken. uykusuzluk gözkapaklarımı delip geçtiğinde çoktan sabah olmuş.


27 ağustos 1950

yazamayacağım, artık eylem..



''CESARE PAVESE''

Cesare Pavese


‘Bunalımda olmak’ tabiri, günümüzde sıklıkla kullanılıyor ve fakat, içi boş olarak. Popüler kültürün bir getirisi bu da: en basitinden, çözüm önerileri ‘satmak’ için, herkesin en ufak bir sıkıntısı, ‘bunalım’ olarak sunuluyor. Somut bir ‘bunalım’ tanımı yok ve olamaz da; ancak, bunalım diyerek adlandırılan bu ruh durumuna –meselâ- ‘sıkılmak’ diyemez miyiz biz?
Zira, bunalımda olmak, aslında varoluşsal bir problemi ifade eder ve içerir. Bu, gündelik’i tabii ki kapsar; fakat, o kadarla sınırlı değil.
Şairin kitap yazdığı neredeyse her kadın onu terketmiştir,bu da onu onulmaz bir karamsarlığa
itmekle kalmamış intiharına sebep olmuştur.Cesare Pavese,26 Ağustos 1950'de 21 tane uyku hapı alarak intihar etmiştir.Günlüğüne 'sözler değil artık,eylem' deyip kendi infazını gerçekleştirmiş dünyanın katlanılmazlığına dayanamayarak iz bırakarak aramızdan ayrılmıştır.
Bulantı’daki Roquentin’in yaşadıklarını düşünelim örneğin: varoluşçuluğun ana fikrini günlük pratiklere dökerek izah ettiği romanında Sartre’ın karakterine yaşattığı, bir can sıkıntısı mıdır, bunalım mıdır; ya da sadece bulantı mı…
Pavese, günlüklerinden oluşan “Yaşama Uğraşı” kitabında, içinde bulunduğu ruh durumunu, okuyana net olarak gösterir. Kitapta 1935’ten, yazarın yaşama veda ettiği 1950 yılına kadarki, uzun denebilecek bir dönem anlatılır: yazarın başarısı, başarısızlığı, dünyaya bakışı, kadınlarla ilişkisi, intihar üzerine düşündükleri, intihar teşebbüsleri ve intiharı…
Evet, ‘intiharı da görülebilir’ diyorum; çünkü Pavese, 18 Ağustos 1950 tarihinde yazdıklarından sadece sekiz gün sonra, küçük bir otel odasında uyku hapı alarak intihar etmiştir.
*
İntihar ederek hayata veda eden birçok yazarın, oyuncunun veya şarkıcının bu tercihi, hayattayken tüm yaptıklarının önüne geçmiştir. Pavese’de de böyle olmuştur. İntihar fikriyle yazarın bu yakınlığı, lisedeki tek yakın arkadaşının intihar etmesine bağlanır: Pavese, bu olayın etkisini hayatı boyunca taşımıştır.
İntihar fikriyle arasında böyle bir yakınlık hisseden birisinin sürekli ‘gelgitler’ yaşaması da zarurî ve tabiidir. 1946 yılında aldığı notlarda (o yıl) intiharı bir iki kez aklından geçirdiğini belirtir yazar; ancak, diğer taraftan da “Eğer yetmişine varırsan, o zaman da böyle olacak.” der.
“İntihar, şimdilerde, sadece bir gözden kaybolma yoludur. Ürkekçe, sessizce yapılır ve tam bir başarısızlığa uğrar. Artık bir eylem değil, sadece bir boyun eğmedir.” yazar Pavese. Onun dünyadan uzaklaşma isteğinde bir meydan okuma görülmez. Bir sığınmadır intihar, onun fikrinde: kendisini artık ifadesiz bulmanın bir sonucu. Emil M. Cioran, kendisini öldürüp öldürmemek onun elinde olduğu için, bunu yapmadığını belirtir, Pavese’nin aksine. Günlüğüne “İntiharın güçlüğü şurada: insanın ancak tutkuyu aşarak gerçekleştirebileceği tutkulu bir davranıştır intihar.” diye yazar Pavese bir gün ve burada dikkate değer bir çelişki vardır: sığınmak için intiharı düşünen, ölüme boyun eğen bir adamın, intiharı tutkulu bir eylem olarak görmesi yâni…
*
Cesare Pavese, karamsardır. Hayata bakışında bir kesinlik arayışı söz konusudur: hayatı bir toplama işlemine benzetir ve hata yapmayı da affedilmez bulur. Başlı başına bu yaklaşım bile, karamsarlığına bir açıklama olabilir belki de. Her konuda, bir ‘boşluk’ içerisinde görür kendisini ve çözüm üretemediği hususlarda, sığınmak için bulabildiği tek yer, ölüm’dür.
“Kurtuluşu kendi dışımdan bekleyecek bir noktaya geldim işte, hiçbir şey bundan daha belirsiz olamaz.” cümlesini not etmiştir yazar. Her cümlesinden, kendisini küçük gördüğü, önemsemediği ve ciddiye almadığı görülse de; diğer yandan, kendinden çok şey bekleyen ve bir şey bekleyeceği hiç kimsesi de olmayan bir adamdır Pavese… Yalnızdır. Yalnızlığını gidermek için, gece boyunca ayna karşısında oturacak kadar yalnız…
*
Pavese’nin hayatına giren kadınların, onun üzerindeki yıkıcı etkisi de her satırına yansımıştır. Birçok düşünür gibi, kadın eleştirisinde, kadınların maddiyatçılığından söz eder: “Hiçbir kadın para için evlenmez; bütün kadınlar, bir milyonerle evlenmeden önce, ona âşık olacak kadar kurnazdırlar.” diye yazar.
Kadın-erkek ilişkisine dair enteresan tespitleri vardır yazarın: genelde acımasızdır kadına karşı düşüncelerinde; zira, kendisine kadınlar tarafından çok acı çektirildiğine inanmaktadır. “Gençken, bir kadının acısını duyarız, olgunlaşınca, bütün kadınların.” diyen Pavese’nin günlüğünde, hayatına giren kadınlar, sadece isimlerinin baş harfiyle geçerler.
Cesare Pavese’nin hayata bakışındaki karamsarlık, yazı hayatına, yâni işine de aynı şekilde yansır. Şiirler ve romanlar yazan, çeviriler yapan ve giderek, İtalyan ve dünya edebiyatında kendisine sağlam bir yer edinen yazarın, yaptıklarıyla ilgili olarak da zaman zaman büyük buhranlara kapıldığı görülür:“Cehenneme kadar yolu var dehânın! Hepsinin canı cehenneme! Hayatımda hiçbir zaman ancak bir şaşkının yapabileceği şeylerden başka bir şey yapabildim mi?”
Bu sözler, hâkim düşüncesini anlatır Pavese’nin; fakat, bu noktada şuna dikkat çekmek elzemdir: yazarın kendisiyle ilgili bu ‘aşağılayıcı’ fikirleri, başarılı olup olmamasıyla ilintili değildir; kendi iç dünyasıyla irtibatlıdır. Başarılı olduğu ya da kendini başarılı gördüğü zamanlardaki notlarından birinde örneğin, “Kırk yaşındasın ve ününü yapmış durumdasın; kendi kuşağının en iyisisin ve tarihe geçeceksin… diyorlar…” yazmıştır ve buradaki ‘üç nokta’ bile, bu ‘başarılara’ ne kadar önem verdiğinin işaretidir.
Depresif tarzıyla öne çıkan şair ,bir ara anti-faşist
eylemler nedeniyle tutuklanmış ardından 'hapis'
romanını yazmıştır.
*
Pavese’nin felsefesine dair bir tutarlılık görülmez günlüklerinde: hâlet-i ruhiyyesine göre değişir yazdıkları. “Gündelik hayat, şimdiki zamanda, düşünce ve hayal dünyasında, yaşanan hayat ise geçmişte yer alır.” cümlesini kuran birisinin, aynı zamanda “Çocuk olmanın hiçbir güzel yanı yoktur; yaşlandığımız zaman, çocuk olduğumuz günleri hatırlamaktır güzel olan.” diyebilmesi enteresandır.
Gerçek hayatın, hayal olmasına bir anlam verildiğini varsayarsak eğer; ikinci cümleyi nereye koymalı? Yazarın ikinci cümlesi, basbayağı bir ‘zaman’ vurgusudur ve şimdiki zaman’ın önemini anlatır.
Zikredilen zaman vurgusunu, “Günleri değil anları hatırlarız” diyerek, en halis bir şekilde anlatan Pavese, “Yaşamak, uzun bir toplama işlemi gibidir, arada bir toplama yanlışı yaparsan, doğru sonucu hiçbir zaman bulamazsın.” diyerek, yazdıklarında yine bir çelişki sergilemektedir. An’lardan müteşekkil bir hayatın, ki bunu yazar kendisi vurgular, içerisinde hataya yer vermiyor veremiyor olması, anlaşılır bir şey değildir; zira, hayat’ın bütünü diye bir kavram, aslında ortada kalmamaktadır.
Pavese’nin metinlerinde geçen ‘başlangıç’, ‘başlama’, ‘son’ ve ‘eylem’ kelimeleri de aynı ‘çelişki bütünlüğü’ içerisinde değerlendirilebilir. Çünkü yazarın çelişkileri, aynı problemlerinden mülhem ve kaynaklıdır.
Bir baş ve bir son’un olduğunun sürekli üzerinde duran Pavese’nin en doğru vurgusu, bu noktada ‘eylem’ olarak görülmektedir. “Şu noktayı iyi düşün: intihar, şimdilerde sadece bir gözden kaybolma yoludur. Ürkekçe, sessizce yapılır ve tam bir başarısızlığa uğrar. Artık bir eylem değil, sadece boyun eğmedir.”
Hayata dair bir şey varsa eğer sorgulanması gereken, o da denemektir. Oldu, olmadı, olmuyor, olmayacak ve sair yargılar, görecelidir. Denemek, iş’i içerir: kısaca, Pavese’nin anlattığı eylem’dir.
Pavese’nin 18 Ağustos 1950 tarihli notu şöyledir: “Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım…”
Eylem, intihardır.

'What is Fascism' George Orwell


George Orwell

What is Fascism?

TRIBUNE

 

1944

Of all the unanswered questions of our time, perhaps the most important is: ‘What is Fascism?’
One of the social survey organizations in America recently asked this question of a hundred different people, and got answers ranging from ‘pure democracy’ to ‘pure diabolism’. In this country if you ask the average thinking person to define Fascism, he usually answers by pointing to the German and Italian régimes. But this is very unsatisfactory, because even the major Fascist states differ from one another a good deal in structure and ideology.
It is not easy, for instance, to fit Germany and Japan into the same framework, and it is even harder with some of the small states which are describable as Fascist. It is usually assumed, for instance, that Fascism is inherently warlike, that it thrives in an atmosphere of war hysteria and can only solve its economic problems by means of war preparation or foreign conquests. But clearly this is not true of, say, Portugal or the various South American dictatorships. Or again, antisemitism is supposed to be one of the distinguishing marks of Fascism; but some Fascist movements are not antisemitic. Learned controversies, reverberating for years on end in American magazines, have not even been able to determine whether or not Fascism is a form of capitalism. But still, when we apply the term ‘Fascism’ to Germany or Japan or Mussolini's Italy, we know broadly what we mean. It is in internal politics that this word has lost the last vestige of meaning. For if you examine the press you will find that there is almost no set of people — certainly no political party or organized body of any kind — which has not been denounced as Fascist during the past ten years. Here I am not speaking of the verbal use of the term ‘Fascist’. I am speaking of what I have seen in print. I have seen the words ‘Fascist in sympathy’, or ‘of Fascist tendency’, or just plain ‘Fascist’, applied in all seriousness to the following bodies of people:
Conservatives: All Conservatives, appeasers or anti-appeasers, are held to be subjectively pro-Fascist. British rule in India and the Colonies is held to be indistinguishable from Nazism. Organizations of what one might call a patriotic and traditional type are labelled crypto-Fascist or ‘Fascist-minded’. Examples are the Boy Scouts, the Metropolitan Police, M.I.5, the British Legion. Key phrase: ‘The public schools are breeding-grounds of Fascism’.
Socialists: Defenders of old-style capitalism (example, Sir Ernest Benn) maintain that Socialism and Fascism are the same thing. Some Catholic journalists maintain that Socialists have been the principal collaborators in the Nazi-occupied countries. The same accusation is made from a different angle by the Communist party during its ultra-Left phases. In the period 1930-35 the Daily Workerhabitually referred to the Labour Party as the Labour Fascists. This is echoed by other Left extremists such as Anarchists. Some Indian Nationalists consider the British trade unions to be Fascist organizations.
Communists: A considerable school of thought (examples, Rauschning, Peter Drucker, James Burnham, F. A. Voigt) refuses to recognize a difference between the Nazi and Soviet régimes, and holds that all Fascists and Communists are aiming at approximately the same thing and are even to some extent the same people. Leaders in The Times (pre-war) have referred to the U.S.S.R. as a ‘Fascist country’. Again from a different angle this is echoed by Anarchists and Trotskyists.
Trotskyists: Communists charge the Trotskyists proper, i.e. Trotsky's own organization, with being a crypto-Fascist organization in Nazi pay. This was widely believed on the Left during the Popular Front period. In their ultra-Right phases the Communists tend to apply the same accusation to all factions to the Left of themselves, e.g. Common Wealth or the I.L.P.
Catholics: Outside its own ranks, the Catholic Church is almost universally regarded as pro-Fascist, both objectively and subjectively;
War resisters: Pacifists and others who are anti-war are frequently accused not only of making things easier for the Axis, but of becoming tinged with pro-Fascist feeling.
Supporters of the war: War resisters usually base their case on the claim that British imperialism is worse than Nazism, and tend to apply the term ‘Fascist’ to anyone who wishes for a military victory. The supporters of the People's Convention came near to claiming that willingness to resist a Nazi invasion was a sign of Fascist sympathies. The Home Guard was denounced as a Fascist organization as soon as it appeared. In addition, the whole of the Left tends to equate militarism with Fascism. Politically conscious private soldiers nearly always refer to their officers as ‘Fascist-minded’ or ‘natural Fascists’. Battle-schools, spit and polish, saluting of officers are all considered conducive to Fascism. Before the war, joining the Territorials was regarded as a sign of Fascist tendencies. Conscription and a professional army are both denounced as Fascist phenomena.
Nationalists: Nationalism is universally regarded as inherently Fascist, but this is held only to apply to such national movements as the speaker happens to disapprove of. Arab nationalism, Polish nationalism, Finnish nationalism, the Indian Congress Party, the Muslim League, Zionism, and the I.R.A. are all described as Fascist but not by the same people.
* * *
It will be seen that, as used, the word ‘Fascism’ is almost entirely meaningless. In conversation, of course, it is used even more wildly than in print. I have heard it applied to farmers, shopkeepers, Social Credit, corporal punishment, fox-hunting, bull-fighting, the 1922 Committee, the 1941 Committee, Kipling, Gandhi, Chiang Kai-Shek, homosexuality, Priestley's broadcasts, Youth Hostels, astrology, women, dogs and I do not know what else.
Yet underneath all this mess there does lie a kind of buried meaning. To begin with, it is clear that there are very great differences, some of them easy to point out and not easy to explain away, between the régimes called Fascist and those called democratic. Secondly, if ‘Fascist’ means ‘in sympathy with Hitler’, some of the accusations I have listed above are obviously very much more justified than others. Thirdly, even the people who recklessly fling the word ‘Fascist’ in every direction attach at any rate an emotional significance to it. By ‘Fascism’ they mean, roughly speaking, something cruel, unscrupulous, arrogant, obscurantist, anti-liberal and anti-working-class. Except for the relatively small number of Fascist sympathizers, almost any English person would accept ‘bully’ as a synonym for ‘Fascist’. That is about as near to a definition as this much-abused word has come.
But Fascism is also a political and economic system. Why, then, cannot we have a clear and generally accepted definition of it? Alas! we shall not get one — not yet, anyway. To say why would take too long, but basically it is because it is impossible to define Fascism satisfactorily without making admissions which neither the Fascists themselves, nor the Conservatives, nor Socialists of any colour, are willing to make. All one can do for the moment is to use the word with a certain amount of circumspection and not, as is usually done, degrade it to the level of a swearword.
1944
THE END
____BD____
George Orwell: ‘What is Fascism?’
First published: Tribune. — GB, London. — 1944.
Reprinted:
— ‘The Collected Essays, Journalism and Letters of George Orwell’. — 1968.
____
Machine-readable version: O. Dag
Last modified on: 2004-07-24