29 Eylül 2011 Perşembe

Groundhog Day



iyi'nin keşkesizliği filmi..



Keşke orada öyle söylemeseydim,keşke olmam gereken yerde olsaydım dediğimiz zamanlar vardır ya pişmanlığın içimizi acıtan bir 'keşke' ile kapımızı çaldığı..izlerken 'keşke' diyemeyen kahramanın mükemmelliğine imrendirip izlerken içten içe 'keşke' dedirten 1993 yapımı hem komedi hem romantik güzel bir film..



Yarınsız bir yaşamda olmamız gerekeni,hak etmeyi başarıyor kahraman.Peki,biz her şey şey değişirken,dünümüz bugünümüzü tutmazken,dün unutulup hep yarınlara topu atarken,değişebilecek miyiz,06.01'de 'bugün günlerden ne biliyor musun?' sorusuna 'yarın' diyebilecek miyiz?...



olmanın ve oldurmanın imrendiren hikayesi..



Coldplay-Fix you

COLDPLAY-FİX YOU


                                    
When you try your best but you dont succeed 

Elinden gelenin en iyisini denediğinde ve başarılı olamadığında

When you get what you want but not what you need 

İstediğine sahip olduğunda ama ihtiyacın olan o olmadığında

When you feel so tired but you cant sleep 

Çok yorgun hissettiğinde ama uyuyamadığında

Stuck in reverse 

Geriye takıl



And the tears come streaming down your face 

Ve  gözyaşların yüzünden aşağı akar

When you lose something you cant replace 

Yerine koyamayacağın bir şeyi kaybettiğinde

When you love someone but it goes to waste 

Birini sevdiğinde ve o boşluğa gittiğinde

Could it be worse?

Daha kötü olabilir miydi?



Lights will guide you home 

Işıklar evinin yolunda rehber olacak

And ignite your bones

Ve kemiklerini yakacak

And I will try to fix you 

Ve  ben seni düzeltmeye çalışacağım



And high up above or down below 

Ve yukarı veya aşağı şiddetli bir şekilde

When youre too in love to let it go 

Gitmesine izin verecek kadar çok seviyorken

But if you never try youll never know 

Ama eğer hiç denemezsen asla bilemezsin

Just what youre worth 

Ne kadar değerli olduğunu



Lights will guide you home 

Işıklar evinin yolunda rehber olacak

And ignite your bones

Ve kemiklerini yakacak

And I will try to fix you 
Ve  ben seni düzeltmeye çalışacağım

Dublörün Dilemması




...Kendime gelmek ya da kendimden kaçmak gibi yeteneklerim yoktu.Muallaktaydım.canavarlaşmanın eşiğindeydim yani...Dublörün Dilemması...



''Murat Menteş, okumacı, tartışmacı, kavgacı, yani kışkırtıcı bir yazar arkadaşım. Onunla çekişirken çiçek açarsınız. Yazarlık macerasını ben de merakla izliyorum. Peşinen söyleyeyim, fiktif, tümden hayal ürünü metinler sevmem, fakat Murat Menteş’in birbiri peşi sıra kurduğu cümlelerin gücü, benim kendimce şikayetimi kuruntuya dönüştürdü. Ben, Murat’ın yaşındayken kelimelerle kasap gibi boğuşuyordum; Murat aksine, kelimeleri kırbaçlayıp cümleler içinde düzene sokuyor ve bunu pek mahirce başarıyor. Bu yüzden Dublörün Dilemması çok canlı, renkli, inceden felsefi çığlıklarla bezeli bir kitap ve hızla yaklaşan bir yazarı işaretliyor... Böyledir, edebiyat kavgayla başlar huzurla sona erer derler; gerçi ben görmedim, hayırlısı Murat için olsun!..''
                                                                                                                   Nihat Genç


Nuh Tufan-İbrahim Kurban-Habib Hobo üçgenininin hikaye ilerledikçe artan köşeleri, kitabın sonunda bir puzzle'ı çözer gibi 'bir'leşiyor.Murat Menteş'n elinden Dublörün Dilemması usta benzetmeler,afili cümleler ,eşsiz  sürükleyici anlatımı ve intellectuality'siyle benzersiz okunası bir kitap olarak çıkıyor..



..adamın sol yanağında Nike amblemi şeklinde bir yara izi vardı...Sırf bu cümle bile bize bu kitabın ne ilginç kahramanlara gebe olduğunu gösteriyor.Dilara Dilemma'sından Umur Samaz-Su Samaz çiftine kadar..
Ayrıca , Attila İlhan'ın ''21.yy romanının sinema ile yarıştığını asla unutmamalı'' sözüne tamamen uyan bir kitap olarak Dublörün Dilemması , Fight Club ve The Game'in yönetmeni David Fincher'ın eline verilmeli diye düşünüyorum ;)..Sonuç olarak; komik,esrarengiz,yer yer romantik,karmaşık ama tamamen bizden bir kitap 'Dublörün Dilemması'..


...bütün bunları biraz da sıkılarak anlatıyorum.Çünkü,çağımızda,bir şey anlatmanın önemi kalmadı.Sır dönemi kapandı.Alenilik salgını yüzünden,medyatik ifşaat ve teşhir çılgınlığı yüzünden,monotonluğun sistemleştirilmesi yüzünden..her şey otomatikman pornografikleşti.Şeffaflığın ilkeselleştirilmesi de yapılan işlerin faziletliliğine duyulan güvenin açığa çıkmasını kolaylaştıracağı yerde,arsızlığın rahatça ilanına vardı.Merak preslendi,bereketini yitirdi.Her şey uluorta olunca,sebepsizlik ve sonuçsuzluk neşet etti,kanıksandı.Görünmek de saklanmak da büyük birer mesele haline geldi.Meşhur mu oldunuz,demek ki yanlış anlaşıldınız.Kayıplara mı karıştınız,bu sizin sorununuz...


...unutma Nuh'um ,aşk,insanın şahsiyetini pekiştirir.Çünkü hayatın manası,aşk bohçasında gelen bir hediyedir.Mevcudiyetinin hakkını vermek,hiç değilse mazeretini bulmak isteyen insan yalnızca aşka müracaat edebilir..

26 Eylül 2011 Pazartesi

Bir Zamanlar Anadolu'da



Gri yaşamların filmi...


Keskin'de işlenen esrarengiz bir cinayet..Her memurun,savcı,polis muhtar hatta morgcu'nun bir şekilde görevlerinden şikayetleri,Anadolu memurunun gerçekleri,hayatlarındaki anlamsızlık ve tekdüzelik,bir zamanlar Anadolu...



Fotoğraf gibi sahnelerle,görselliğin doruğunda Anadolunun ücra bir ilçesinde(Keskin) işlenen bir cinayetin doktor polis ve savcıyla 12 saatlik soruşturma ve cesedi arama süreci.Ağır ilerleyen sahnelerin ince ince işlenerek çekildiğini geçen her dakika izleyiciye hissettiren Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'dası foto-roman türü  filmlerden..


Anlattığı hikaye baz alındığında ilk başlarda 157 dakika biraz fazla gibi gözüksede,görsellik,foto-roman türü filmler söz konusu olduğunda akla ilk gelen yönetmenlerden olan Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da bittikten sonra hiç sıkmayıp üstüne üstlük damakta o buram buram sanat kokan sahnelerin nefis tadını bırakıyor..



American Beauty'de Ricky'nin Jane'e, çektiği en güzel sahneyi göstermesi gibi Nuri Bilge Ceylan bizlere ağaçtan düşen elmanın dereye yuvarlanışını,tarlararı yakan farları ve daha nicelerini anlatıyor,yaşatıyor hissettiriyor.O Ricky oluyor,izleyenler Jane...



Sahneleri gereğinden fazla uzatmış,gereksiz ayrıntılar verilmiş diye eleştirenlere cevabı Nuri Bilge Ceylan'ın günlüğünden bu film için alınan kısımlar ortaya konan titizlikle,veriyor...:


Bir zamanlar Anadolu’da kurgu günlüğü 

Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ kurgu günlüğünden bir bölüm...


22 Aralık 2009, Salı 
Çekimler biteli yaklaşık on gün oldu. Tam sekiz haftalık bir çekim sürecinden sonra birden normal hayata geri dönmek, daha önce önem verilmeyen gündelik ritüellerin adeta bir rüya gibi yaşanmasına neden oluyor. Seslerin görüntülerle eşlenmesinde birtakım sorunlar çıktığı için çektiğimiz malzemenin kurguya hazır hale getirilmesi biraz zaman almış.

1 Ocak 2010, Cuma 
Yeni yıla girdik. Bugün öğleden sonra normalde pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım. Öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim. Deyim yerindeyse, yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi. Öyle güzeldi ki. Sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi. Beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi. Bir saat kadar daha orada öylece gözlerim açık olarak yattım. Algılarım o kadar açıktı ki. Bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki. Hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da arttırıyor. Algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar. Neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten.

5 Mart 2010, Cuma 
Komiserin tiradı ile ilgili malzemeyi inceledik. Tek plan olarak mümkün görünmüyor. Her çekimin bir yerlerinde mutlaka hatalar var. Metne hakim olunmadığı bir şekilde belli oluyor. Arada karşı açı doktoru girmek de kurtarma operasyonu gibi görünecek. Ertesi gün tekrar bu sahneyi çekmeye devam etmediğim için kendime kızdım. Sahnenin henüz hallolmamış olduğunu çekim sırasında görememiş olmam affedilir gibi değil. Yılmaz’ın tipinin artık çok değişmiş olması sebebiyle ek çekim yapmak da mümkün değil. Onun yerine bu bölümde son çare olarak komiserin tiradı sırasında, babasına ve çocukluğuna ait fotoğraflar koymayı deneyeceğiz. Yılmaz’ı arayıp çocukluk fotoğraflarını istedim. Ama sonuçta benim bir şeyler çekmem ya da hazırlamam gerekecektir herhalde. Birtakım denemeler yaptık. Olabilir belki.
Akşam Ayaz’ı bir yerlere götürdüm. Yolda biraz sessizlik olunca bana “Baba, şimdi ne üzerine konuşalım,” diye sordu. Dalgınlaştığım için suçluluk duyup hemen onunla tekrar konuşmaya başladım.

3 Haziran 2010, Perşembe 
Bugün kurgunun üçüncü versiyonuna noktayı koydum. 2 saat 37 dakika. Biraz uzun gözüküyor ama sinsi sinsi bu filmin biraz uzun olmasını da istiyorum galiba. Daha ne kadar kısalır bilemiyorum artık. Son dört gündür Ebru ve Ayaz’ın Ankara’da olmasından da faydalanarak gece gündüz çalıştım. Artık Temmuz başında kurguyu kilitleyip online kurguya girmek istiyorum. Tarihleri keyfilikten kurtarmak için bugün Zeynep’e İmaj ile konuşup Temmuz başına İmaj’ı fikslemesini istedim. Yoksa bu iş sonsuza gidecek.. 



Filmin ismini de göz önüne aldığımızda ustalıkla ortaya konulan Anadolu gerçeği izleyeni bir zamanlar Anadolu'ya götürmekle kalmıyor onu buram buram yaşatıyor.Ceceli muhtarının savcıdan köy için istekleri;savcı, polis ve doktorun gecenin bir yarısı bile olsa büyük bir saygıyla ağırlanmaları,mahsüllerinden ikramları,Yılmaz Erdoğan'ın ustaca kotardığı İç Anadolu şivesi,Keskin pazarından seçilip oynatılan yöre insanları,susuz kurak bir yer olan İç Anadolu çeşmeleri ve aklıma gelmeyen birçoklarıyla bir 'Anadolu' hikayesi anlatıp hüzünlendiriyor,yer yer güldürüyor ve içten içe geriyor.


Sanatsal filmlerde çoğu kez rastladığımız filmi tam bir son havasında bitirmek yerine izleyecinin kafasında istediği şekilde bitirmesine olanak sağlama alışkanlığı ,ör: Çoğunluk(2010)-Seren Yüce, bu filmde de göze çarpıyor.Otopsi sahnesiyle biten filmde zanlının akıbeti,doktorun gri hayatı gibi noktalar uçları açılarak izleyiciye salondan çıktıktan sonra bile filmi aklında devam ettirme,tamamlama şansı tanınıyor.


Filmde katili oynayan Fırat Tanış'a da bir parantez açmak gerekirse,filmde en az konuşan ama jest ve mimikleriyle en az sustukları kadar konuşan  'Kenan' Nuri Bilge Ceylan'ın oyuncu seçiminin ve seçtiği oyuncudan en iyi performansı almanın bir örneği olarak katili adeta içimizde yaşatıyor.


Filmin hemen başında yoğurt üzerine süren anlamsız tartışma Pulp Fiction ve Reservoir Dogs'ta gördüğümüz anlamsız muhabbetleri andırıyor ve Nuri Bilge Ceylan'ın filmografisinde Quentin Tarantino etkisini gözler önüne seriyor.


Film için Keskin'in seçilmesinin de alelade bir tercih olduğunu söyleyemeyiz.Şöyle ki,Keskin,ölüm oranının çok yüksek olduğu ve belki de bir ağır ceza mahkemesi kurulmasını gerektiren bir ilçedir.Köylerinde yaygın olmakla birlikte herkes silah sahibidir ve hatta kalaşnikof bulunduranların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.(Filmde Arap'la doktorun diyalogunda değiniliyor bu duruma).Bir Keskin gerçeği,Anadolu gerçeği filmi ortaya çıkartmıştır.

Bir ara herkesin cesedi ,cinayeti unutup muhtarın güzel kızını süzmesi,ondan bahsetmesi NBC'nin umutsuz filmografisine anlatılmaya çalışılan umursamazlığa,hazin bir örnek gibi..



Bir satır arası filmi olarak karşımıza çıkan 'Once Upon a Time in Anatolia' izlenmeye değer yapımlardan..

23 Eylül 2011 Cuma

Que sera sera

         
                                               ''   whatever will be , will be... ''

zaman ve zaman'la...

 


                                                    Zaman adım adım
                                                       Zamanı adımlayan ayaklar var
                                                           Yükler omuz omuz
                                                       Yükleri tasiyan omuzlar var

                                              En güzel hayalini seç dolaptan üstüne giy
                                                     Ne güzel yakıştı bak üstüne




      Bir ses duyunca, zamanın sesini duyunca
Üstüne gelince yıllar birer birer
Yine de güzelsin, güzel çizgilerle
Yine de yürürüz,yürürüz..


                                                         
                                                   
                                                    Adım adım zaman'ı adımlayan ayaklar bizim
                                                    Ağır ağır yükler taşıyan omuzlar bizim
                                                       
                                                    Bir ses duyunca,zaman'ın sesini duyunca
                                                    Üstüne gelince yıllar birer birer       


                     

                                                             ASFALT DÜNYA-ZAMAN...

18 Eylül 2011 Pazar

Rioter in Europe :)


Dünyanın diğer ucunda Libya'da Suriye'de halk devrim için ayaklanıp ortalığı yakıp yıkarken,Büyük Brintanya'da halk da küreselleşen orta sınıf hareketliliğin bir parçası olarak hakkını aramaya çalışmaktadır.Orta sınıf olan bitenin farkındadır ve payını istemektedir ama,video'da gördüğümüz gibi Arap Baharından biraz farkla;)

17 Eylül 2011 Cumartesi

Frida Kahlo


                                                     
                                                     ''insan acılarında yalnızdır''

Frida Kahlo, hiç tartışmasız yirminci yüzyılın en önemli kadın ressamlarından biridir. özgün otoportreleri, asi yaratılışı, fırtınalı aşkları, çektiği acılar, sıradışı yaşamı ve sanatı onu tüm dünyada benzersiz kılmıştır. Picasso'nun, "onun yaptığı portreleri resmetme yeteneğine sahip değilim " diyerek andığı bu bu son derece hayat dolu ve zeki kadının çarpıcı kişiliği, kısa yaşamının sığdırdığı iki yüze yakın tablosuna da yansımıştır. Meksika devrimi sırasında Mexico city'de geçen çocukluğu... on sekiz yaşındayken sakat kalmasına neden olan korkunç kaza... ünlü duvar ressamı Diego Rivera'yla fırtınalı evliliği... leon trotsky ve isamu noguchi gibi erkeklerle yaşadığı tutkulu aşklar... rivera aracılığıyla komünist parti'yle kurduğu ilişki... politik bilinçle beslenen benzersiz yetenek ve yirminci yüzyıl resim sanatına vurulmuş bir damga...

Hayatı boyunca 143 tablo ortaya koyan Frida Kahlo bunların 55'inde kendisini resmetmiştir.Neden kendini bu kadar çok çizdiği sorulduğunda ''çünkü çoğu zaman yalnızım..çünkü en iyi tanıdığım;kendim...'' diyerek cevaplamıştır.

"ayaklarım! uçmak için kanatlarım varken size ne ihtiyacım var?"

1953 yılında Meksika'da Frida Kahlo'nun ilk sergisi esnasında eleştirmenlerden biri Kahlo hakkında şunları söylemiştir: ''bu inanılmaz insanın yaşamıyla tablolarını ayırmak imkansız,resimleri onun biyografisi adeta''
Frida Kahlo'nun sevenlerini elvedası da unutulmaz olmuştur.Şöyle ki,yakılmasını vasiyet eden Frida'nın bedeni, sevdiklerinin gözyaşları arasında ateşler içinde yükselmiş,alevlenen saçları bir hale gibi etrafı aydınlatmış ve son bir baştan çıkarıcı gülüşle kül olmuştur.Günlüğü ise şu sözlerle biter: "I hope the end is joyful - and I hope never to return - Frida.".



Frida Kahlo'nun hayatı yönetmenliğin Julie Taymor'un yaptığı "Frida(2002)" ismi ile sinemaya aktarılmış ve bu filmde Kahlo'yu Salma Hayek oynamıştır.Ayrıca filmde Edward Norton,Antonio Banderas gibi ünlü oyuncularda rol almıştır.




trailer--Frida(2002)





                                               Frida Kahlo'nun unutulmaz tabloları...




                     



http://www.fridakahlo.com/

9 Eylül 2011 Cuma

Young Goethe in love



-peki,bugün hikaye anlatacak mısın bana?

-saçma sapan bir şey ama!

-Kendin bilirsin,bi hikaye anlatana kadar tek bir nefes almayacağım

-tamam etkilendim ama hemen bırakacasın,eminim.
-ee?
-Sen kazandım
-Gördüğüm,Sen, ve tatlı bir neşe sevimli bakışından bana doğru yöneldi,kalbim tamamen Sen'indi ve aldığım her nefes Sen'in içindi
..
..
-saçma , kendine inanmaman tamamen saçma...



Genç hukuk öğrencisi Johann Wolfgang von Goethe, Lotte' ye aşık olur. Lotte'ye aynı zamanlarda aşık olan Albert Kestner Goethe'ye engel olmaya çalışmasıyla başlayan 'Genç Werther'İn Acıları'na ilham olan hikayeyi anlatır film..

14 Ekim 2011 de vizyonda...


8 Eylül 2011 Perşembe

Rear Window


O zamanlarda hayal bile edilemeyecek bir kapalı stüdyoda(plato) tek bir odada, 2 kamera acisiyla cekilen 1954 yapımı Albert Hitchcock başyapıtı.

Başrollerinde,12 Angry Men filmindeki rolüyle efsaneleşen Henry Fonda ile daima mukayese edilen ''James Stewart'' ve ''Grace Kelly'' olan filmde ; Peeping Tom (röntgencilik) ekseninde ilk başlarda 'perdeler neden hep açık böyle şey mi olur' denilse de,o dönemde televizyon olmadığı için komşuları gözetlemek normal bi davranış olarak görülür,insanlar bundan zevk alır.Perdeler konusunu ise film vurgulu bir 'sıcak' ile kendiliğinden cevaplar.

Gerilim filmi olarak adlandırılabilecek ama evlilik ve iliskiler uzerine soyleyecek sozu olan  kült film olarak anılmayı fazlasıyla hak eden tam arşivlik izlenesi bir film..

''Bakın Bay Jefferies,ben eğitimli bir kadın değilim ama size bir şey söyleyeyim
; bir adamla bir kadın birbirlerini görüp beğenince birbirlerine koşmalıdırlar.Broadway'deki taksiler gibi,deney tüplerindeki numuneler gibi.oturup karşılıklı birbirlerini incelemeden...''



7 Eylül 2011 Çarşamba

This is Not a Film-Cafer Panahi

BU BİR FİLM DEĞİL 


Mojtaba Mirtahmasb & Cafer Panahi 


İran’da ev hapsinde tutulan, film çekmesi 20 yıl yasaklanan Cafer Panahi’nin son filmi ‘Bu Bir Film Değil’, Cannes’daki prömiyerinde gösterilmek üzere bir kekin içine saklı bir USB bellekte İran’dan Fransa’ya kaçırıldı. Yönetmen arkadaşı Mojtaba Mirtahmasb ile bir gün geçirerek üzerinde çalıştığı bir senaryoyu sahne sahne anlatan Panahi filmde şu yakıcı soruyu da soruyor: “Madem anlatılabiliyor, film yapmaya ne gerek var?”

Fotoğraflarla İran Devrimi


1. 
İran'da devrim, yönetimde demokrasi çağrılarıyla başladı ve dünyanın ilk İslam devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. 

İran toplumunu baştan sona değiştiren İran İslam Devrimi 20. yüzyılın en önemli dönüm noktalarından birisi oldu 






2. 
Şah Rıza Pehlevi

Devrim öncesinde İran'da Şah Rıza Pehlevi iktidardaydı. Ülke yönetimi, Şah'ın yakın akrabaları ve dostları arasında paylaşılmıştı. 

1970'lerde İran'da zengin ve yoksul arasındaki uçurum büyüdü. 
Şah'ın ekonomi yönetimine olan güvensizlik ve otokratik yönetim biçimine duyulan öfke rejime karşı çıkışı ateşledi.



3.
Muhalefetin sesi 

Şah Rıza Pehlevi'ye karşı muhalefet, Paris'te yaşayan Şiî dinadamı Ayetullah Ruhullah Humeyni çevresinde toplandı. 

Sosyal ve ekonomik reform sözü veren Humeyni, pekçok İranlı'nın duygularına hitap eder şekilde geleneksel dinî değerlere dönüş kampanyası yürüttü.



4.
Fırtına şiddetleniyor 

1970'lerin sonuna yaklaşıldığında, Şah Rıza Pehlevi'nin rejimine karşı tüm İran'da geniş kapsamlı şiddet eylemleri düzenlendi. 

İstikrarsızlık, pekçok genel grevi beraberinde getirdi. Ülkenin zaten sorunlu olan ekonomisi büyük darbe aldı.

5.
 Devrik lider 

Ocak 1979'da Şah Rıza Pehlevi "uzun bir istirahat" için Tahran'dan ayrıldı. 

Bir daha geri dönemedi... 

Ayetullah Humeyni taraftarları tüm ülkede Şah'ın heykellerini yıktı.

6.    
 Son çabalar..

Şah'ın kaçmadan önce yaptığı son iş ise, kendi yokluğunda ülkeyi yönetmesi için Başbakan Şahpur Bahtiyar'ı hükümdarlığın başına getirmek oldu. 

Başbakan Bahtiyar, Şah rejimine karşı her geçen gün artan muhalefeti ortadan kaldırmaya çalıştı; Ayetullah Humeyni'nin yeni hükümet kurmasına izin vermedi.

  


7.
 Son çabalar 

1 Şubat 1979'da Ayetullah Humeyni büyük sevgi gösterileri eşliğinde sürgünden döndü. 

Siyasî ve sosyal istikrarsızlık artmaya devam etti. Kent ve kasabalarda Humeyni taraftarlarıyla güvenlik güçleri ve Şah rejiminin destekçileri arasında sokak çatışmaları şiddetlendi.
                                                                                            



8.
 Devrim 

Ülkede askerî darbe yapılacağı söylentileri aldı yürüdü ve 11 Şubat'ta tanklar Tahran sokaklarında boy gösterdi. 

Ancak gün ilerledikçe, ordunun yönetime el koyma niyetinde olmadığı görüldü. 

Devrimciler Tahran'daki ana radyo istasyonunu ele geçirdi ve bir açıklama yaptılar: 

                                                        "Bu, devrimci İranlılar'ın sesidir!"


9.
 Yeni bir dönem başlıyor 

Başbakan Bahtiyar istifa etti. 

İki ay sonra Ayetullah Humeyni, yapılan ulusal referandumda büyük bir zafer elde etti. 
Ve Humeyni İran İslâm Cumhuriyeti'ni kurdu ve ömür boyu ülkenin siyasî ve dinî lideri ilan edildi.





kaynak:bbc.co.uk

Persepolis



''15 yaşımızdayken annenle el ele dolaşıyorduk buralarda. orası da bu ülkeydi''

..cümlesiyle özetlenebilecek,Şah'In devrilmesinden sonraki İran'ı mollalarıyla, klasik güçlü kadınlarıyla,yer yer güldürüp yer yer üzerek anlatan siyah beyaz çizgileriyle politik bir animasyon,sol gösterip sağ vuran devrimin can sıkan röntgeni..



Devrimci İran kadını ;)


                            Ajax-Marseille maçı öncesi   -  ''Andre Rieu'' Keman Resitali    

5 Eylül 2011 Pazartesi

Penny & The Quarters - You & Me
                                                         Blue Valentine



4 Eylül 2011 Pazar

Lady Godiva





Godiva geçer yoldan ne bir kimse kör olur.Yalnız çoşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan nüfüs cüzdanımda tuhaf ekmek damgası durur...
İsmet Özel/Amentü



Kapitalizmin tıpkı "Che" gibi şekillendirip kapitalizmin hizmetine sunduğu bir simgedir. ama che markasının "lüks" bir imajı yok. fakat godiva markası neredeyse milyar dolara ülker tarafından satın alınmış bir marka... Godiva ise Lady Godiva'dan gelen bir marka ismi.


İngiltere'de 11. yüzyılda yaşadıgı belirtilen bir kadından bahseder tarihçiler bu kadının adı Lady Godiva'dır Mercia Dükü'nün eşidir, yani asilzadedir. Ancak onun tanınmasının, heykeli diki...lmesinin, adına şiir,şarkı yazılmasının,edebiyatta bu kadar yerinin olmasının sebebi bir lady olması değil.


Ancak pek çok olayda oldugu gibi Lady Godiva'da herkesin kendine göre yorumladığı bir kişilik. Kimilerinin anlattıgına göre halk üzerinde aşırı miktarda vergi yükleyen eşini, eger vergileri düşürmezse çıplak olarak şehirde gezecegini söyler, buna ragmen eşi Lord Leofric vergilerden vazgeçmez. Lady ise çırılçıplak ata binerek tüm şehri gezer, ancak gezmeden önce sokağa çıkma yasağı getirir hatta sokağa bile bakmamalarını söyler. Bir kişi hariç kimse onu görmez bu gören kişi Tom'dur ondan sonra röntgenci kelimesi Tom adıyla anılır.(peeping tom) Bu arada uzun saçlarıyla mahrem yerlerini kapattıgı da anlatılanlar arasında.

Bir başka anlatışa göre Lady aynı şekil kocasına şart koşar eşi kabul ederek ,onun bu şekil gezmesi halinde vergiyi düşürecegini hatta toptan kaldıracagını söyler. Bunun üzerine Lady çırılçıplak şekilde pazar yerini baştan başa dolaşır, olaydan sonra vergiler düşmüştür ama yaşlı koca kısa süre sonra ölür.



Lady Godiva tamamen çıplak mıydı, saçlarının mahrem yerlerini örttügü hikayesi kendisi katolik oldugu için kilise tarafından mı uydurulmuştur,gezdigi saat herkesin uyudugu saatte miydi (Ralph Higden isimli keşişe göre öyle idi)bilinmez. Hatta zaman geçtikçe daha da değişir bu olay, 16. yüzyıldan sonra anlatılanlara göre ise Lady Godiva eşi tarafından bu çıplak yürüyüşe zorlanmıştır , kocanın amacı eşine söz geçirdigini ispat etmektir.

Lady Godiva'nın sokağa çıkma yasagına ragmen onu bir kepeng arkasındaki delikten izleyen röntgenci Tom için de pek çok değişik versiyon mevcuttur, kimine göre cezasını bularak kör olur, kimine göre hemen ölür hatta bir başkasına göre bu olay mucizedir herkes bakar ama göremez.Bunların sebebi çıplaklıgı büyük günah olarak gören hristiyan inancıdır,bu çırılçıplak dolaşma olayını binbir değişimle daha az günahlı hale, namuslu duruma getirmeye çalışmışlardır.

Öyle yada böyle Godiva pek çok kraliçeden,prensesten,halk kahramanından daha ünlüdür. Kimine göre azize kimine göre teşhirci de olsa gereginden fazlaca ünlüdür. Adı bir göktaşına verilmiş, filmi çevrilmiştir, adına hala festivaller düzenlenmektedir, heykeli dikilmiş, objeleri üretilmiş pek çok şarkıda yer almış çikolata markası olmuştur,başkaldırının ve özgürlüğün idolüdür, halka göre çok onurlu bir kadındır.

''Düzeltin beni!''




Anthony Burgess, başyapıtı olarak kabul edilmesini, Stanley Kubrick'in yaptığı beyazperde uyarlamasına bağladığı 'Otomatik Portakal'la, insanoğlunun 'kirli' yüzünü yargılar, sonrasında da onu mahkûm eder...





Anthony Burges ya da gerçek adıyla John Burgess Wilson, 20. yüzyılın ikinci yarısı İngiliz edebiyatının en yetkin isimlerden biri kuşkusuz. Romancılığı öne çıkmasına rağmen şair, oyun yazarı, besteci, edebiyat eleştirmeni gibi kimlikleriyle de tanınan Burgess, 1950’lerden 1990’lara kadar uzanan kariyerinde otuzu aşkın romana imzasını atarak bu alandaki en üretken edebiyatçılardan biri olmuştur aynı zamanda. Müzikle iç içe olmasının getirdiği artıları da romanlarına yansıtan yazar, dil konusundaki uzmanlığını da metinlerine mükemmelen enjekte etmeyi başarır. Onun romanları, çevirisi zor ama okunması da o derece doyurucu metinlerdir. 


Anthony Burgess adı zikredildiğinde, yazarın ilk akla gelen eseri ‘Otomatik Portakal’ (A Clockwork Orange) olur, her ne kadar kendisi bunu kabul etmese de. 1962’de yayımlanan bu roman, distopik bir gelecek atmosferi çizer ve başkahramanı Alex özelinde bütün toplumu sorgulayan bir yapıyla vücut bulur.
Otomatik Portakal’, Burgess’ın İkinci Dünya Savaşı Londra’sında karısıyla birlikte saldırıya uğrayıp soyulmasından alır köklerini. Yazar için bir çıkış noktası olan bu durum, romanın kötücüllüğe yaptığı vurgunun da temellerini oluşturur. Bir sonuca varabilmek için seçtiği araç, onu toplumsal bir analiz yapmaya kadar götürür. Bu analizi ‘gelecek’ şemsiyesi altında gerçekleştirmesiyse ele aldığı ‘ölçüsüz şiddet’in sıradanlaşmasının önüne geçer.
Romanda anlatılan, şiddetin içselleştirilmesinin trajik sonuçlarıdır özetle... Çetesiyle (üç kankası) birlikte şiddetin her türlüsüne eğilimli on beş yaşında bir genç olan Alex, estirdiği terörün kurbanı olmaya doğru gitmektedir. Dayak, tecavüz, aşağılama, yağmalama gibi ‘sıradan’ eylemlerin onu günün birinde cinayete kadar götürmesi ise Alex için ‘yolun sonu’ demektir. Otorite tarafından hapsedilen, sonra da yeni bir ‘ıslah’ çalışması için ‘denek’ olarak kullanılacağı tesise götürülen anti-kahramanımız, burada ‘iyi’ olması için özel bir araştırmaya alet edilir. İçindeki şiddet duygusunu törpüleyip yok etmeye dayalı bu ‘acımasız’ çalışma meyvelerini verir, ama Alex için trajedinin sonu gelmemiştir daha, hatta taptaze bir başlangıç yapmıştır genç adamın kötücüllükle imtihanı... 



Burada okuduğunuz hikâye, insanoğlunun ‘kirli’ yüzünü yansıtan en can alıcı trajedilerden birini gözler önüne serer. Anthony Burgess’ın metninden sızan karamsarlık, önce insanlığı yargılar, sonrasındaysa onu mahkûm eder. İnsan doğasının içinde var olan gizli ya da açık şiddetin üzerine yüklenir bu metin, şiddetle olan alışverişimizi her adımda daha da keskinleşen bir yapıyla yüzleştirir. Alex’in cellattan kurbana, oradan sıradanlığa, ardından da kahramanlığa uzanan yolculuğuyla ‘ikiyüzlü’ insan tavrını netleştirir. Ve bu yolculuk, değiştirip dönüştürme hastalığının aslında hiçbir şeyi değiştirmediğini de kanıtlar bir yandan. 



Otomatik Portakal’, toplum tarafından ‘düzeltilmeye’ çalışılan genç bir adamın ‘şiddetli’ serüvenini anlatırken, aynı zamanda onun büyümesini de gözler önüne serer. Belki son ana kadar bu büyümenin işaretleri yoktur onun zihninde ve bedeninde, ama romanın final bölümünde bu durumu net biçimde görürüz. Alex’in insan içine çıktıktan sonraki ruh hali, geçmiştekiyle örtüşür gibidir, hatta yeni bir çeteyle kaldığı yerden devam etmeye çalışır. Oysa tüm bunlar, bir ‘reddediş’in yansımasıdır ve bu ‘yapay’ hissiyattan sıyrılması kaçınılmazdır. Artık on sekiz yaşındadır ve gördüğü onca şeyin tortusuyla büyümüştür, en azından büyümesi gerektiğinin bilincindedir... 


Anthony Burgess, dille olan sıkı alışverişini bu metinde de geniş bir perspektiften yansıtmayı başarır. Özellikle argo kullanımında ‘özgün’ hamleler gerçekleştirir, Alex’in ağzından eksik etmediği küfürlere ‘yabancılaştırıcı’ bir efekt kondurur. Birinci tekil şahıstan, yani Alex’in kendisinden dinlediğimiz bu serüven, karakterin kendini ‘aklama’ girişimlerinin de yardımcısıdır. Kötücüllükle donanmış bu karakter, hikâyeyi anlatırken okura ‘şirin’ görünmek için elinden geleni yapar. Evet, öncelikle suçlanması gereken toplumdur ama onun da ‘günah’ta büyük payı olduğu aşikârdır.
Yazarın müzikle doğrudan ilişkisi, ‘Otomatik Portakal
’da olanca ağırlığıyla kendini hissettirir. Beethoven’in 9. Senfonisi ise bu alanda başrolü üstlenir. Müzik, bir yandan Alex’in ruh halini biçimlendirirken, öte yandan da öykünün kilometre taşlarını işaretleme işlevini üstlenir. Herkese ve her şeye nefretle bakan Alex’in otorite tarafından ‘düzeltilme’ aşamasında Beethoven müziğiyle yaşadığı duygusal çırpınışsa bu durumun doruğa çıktığı anları getirir beraberinde...




McDowell’ın tek büyük rolü 
Anthony Burgess’ın romanının yayımlanışından dokuz yıl sonra gösterime giren beyazperde uyarlaması, Stanley Kubrick’in elinde çok daha etkili bir yapıya kavuşur. Romanın işaretlediği yerleri kusursuzca takip eden yönetmen, sadece finalde durup düşünür ve farklı bir yöne doğru akıtır eserini. Daha doğrusu, Burgess’ın metnindeki final bölümünü kullanmaz, yani işin ‘büyüme’ boyutunu törpüler, ‘kahraman’ Alex noktasında bitirir hikâyeyi.
Öte yandan Stanley Kubrick’in hikâye anlatımındaki mükemmellik arayışının en çarpıcı göstergelerinden biridir ‘Otomatik Portakal’. Merkeze yerleştirdiği karakterin serüvenini kusursuz bir zamanlama duygusuyla anlatan yönetmen, ona yüklediği anlamların ardına saklanan ayrıntıları da zengin sinema dilinin getirdiği rahatlıkla yansıtır. Özellikle Alex’in yolculuğunun ilk bölümündeki nesnelere, karakterlere ya da kavramlara yönelik ayrıntılarda ‘tamamlayıcı’ bir biçem kendini gösterir; öykünün mükemmel bir bedene kavuşması adına sağlam sinemasal dokunuşlardır bunlar.

Başkarakterin romandaki yaşından epeyce büyük olmasına rağmen, bu filmin yıldızı Malcolm McDowell’dır. Aktör, filmin her karesine sinen oyunculuk becerisiyle devamlılık duygusunu derinden hissettirir bizlere. Alex’in ‘karmaşa’yla hayat bulan ruh hali bütün bedenine yansır, yüzünün her bir kıvrımında bu ‘sağlıksız’ durumu görürüz. Öykünün rahatsız edici doğasını körükleyen performansı, izleyeni karakterden nefret ettirirken, ilerleyen dakikalarda bu nefretin acımaya dönüşmesiyle beklenen etkinin sağlandığına ilk elden tanık oluruz. Kubrick belgeseli ‘A Life In Pictures’da yönetmene kırgınlığını dile getiren McDowell, çekimler sırasında yakın dostu olarak gördüğü sinemacının bir daha yüzüne bile bakmadığını söylerken, aslında Kubrick için sevgi/nefret ilişkisiyle bezeli bir parantez açar. Sonraki yıllarda ikinci, hatta üçüncü sınıf filmlerde rol bulabilen yetenekli aktör, usta yönetmenin bu durumun sorumlusu olduğunu ima etmek istemiştir belki de... “Kötücüllük, film kareleriyle sınırlı kalmıyor.” demenin başka bir yoludur diye de düşünülebilir bu serzenişin ardında yatanlar. 



En iyi film, yönetmen, uyarlama senaryo ve kurgu dallarında Oscar’a aday gösterilen, bunu yedi BAFTA ve üç Altın Küre adaylığıyla destekleyen ‘Otomatik Portakal’, sinemanın ‘tespit etme’ özelliğini en doğru biçimiyle yansıtan çalışmalardan biridir. Bunu kışkırtıcı bir biçemle beyezperdeye taşıyan yönetmen, ‘şiddetin tarihçesi’ni yazmak gibi bir iddia taşımamasına rağmen, nihayetinde böylesi bir izlenim yaratır seyirci üzerinde. Sıradan hayatların boşluklarına kısılıp kalmış şiddetin açığa çıkma nedenleri üzerine tumturaklı cümleler kurar, bir insanlık trajedisi aracılığıyla şiddetin boyutlarını sergiler. ‘İyilik’ ve ‘kötülük’ kavramlarının göreceliliğini işaret eder, otoritenin faşizanlığına vurgu yapar, baskının sonuçlarını deşifre eder. Tüm bunları ahenkle dans ettirmesiyse belki de sadece onun yapabileceği bir şeydir. ‘Otomatik Portakal’ı tüm zamanların en seyre değer filmlerinden biri yapan da onun bütüne hakim olan bu tarzıdır. Hikâye akar, söylenecekler söylenir, karakterler boşluğa düşmez, eylemlerin her zaman bir anlamı vardır, filmin istediği her şey sınırlardan arınmış haliyle karşımıza gelir ve acı çekilecekse çekilir, rahatsız olunacaksa olunur... 

"kendi istegimle kotu kalmak mi, yoksa toplumsal fedakarlik ve iyi niyet adina iyi olmak mi?" sorusunun cevabini hic cekinmeden "kendi istegimle kotu kalmak" diye yanitlayan izlenesi bir film..

Not: Filmin orjinal ismi olan ' A Clockwork Orange 'daki ''orange'' 'human being' yani 'insanoğlu' anlamına gelmektedir.Türkçe çevirisi 'Otomatik Portakal' olan film 'Türkçeye saçma çevrilen filmler'den bir tanesidir malesef...


OTOMATİK PORTAKAL 
Anthony Burgess 
Çeviren: Dost Körpe 
Türkiye İş Bankası 
Kültür Yayınları 
2011 (13. baskı), 
168 sayfa 
10 TL.