4 Eylül 2011 Pazar

''Düzeltin beni!''




Anthony Burgess, başyapıtı olarak kabul edilmesini, Stanley Kubrick'in yaptığı beyazperde uyarlamasına bağladığı 'Otomatik Portakal'la, insanoğlunun 'kirli' yüzünü yargılar, sonrasında da onu mahkûm eder...





Anthony Burges ya da gerçek adıyla John Burgess Wilson, 20. yüzyılın ikinci yarısı İngiliz edebiyatının en yetkin isimlerden biri kuşkusuz. Romancılığı öne çıkmasına rağmen şair, oyun yazarı, besteci, edebiyat eleştirmeni gibi kimlikleriyle de tanınan Burgess, 1950’lerden 1990’lara kadar uzanan kariyerinde otuzu aşkın romana imzasını atarak bu alandaki en üretken edebiyatçılardan biri olmuştur aynı zamanda. Müzikle iç içe olmasının getirdiği artıları da romanlarına yansıtan yazar, dil konusundaki uzmanlığını da metinlerine mükemmelen enjekte etmeyi başarır. Onun romanları, çevirisi zor ama okunması da o derece doyurucu metinlerdir. 


Anthony Burgess adı zikredildiğinde, yazarın ilk akla gelen eseri ‘Otomatik Portakal’ (A Clockwork Orange) olur, her ne kadar kendisi bunu kabul etmese de. 1962’de yayımlanan bu roman, distopik bir gelecek atmosferi çizer ve başkahramanı Alex özelinde bütün toplumu sorgulayan bir yapıyla vücut bulur.
Otomatik Portakal’, Burgess’ın İkinci Dünya Savaşı Londra’sında karısıyla birlikte saldırıya uğrayıp soyulmasından alır köklerini. Yazar için bir çıkış noktası olan bu durum, romanın kötücüllüğe yaptığı vurgunun da temellerini oluşturur. Bir sonuca varabilmek için seçtiği araç, onu toplumsal bir analiz yapmaya kadar götürür. Bu analizi ‘gelecek’ şemsiyesi altında gerçekleştirmesiyse ele aldığı ‘ölçüsüz şiddet’in sıradanlaşmasının önüne geçer.
Romanda anlatılan, şiddetin içselleştirilmesinin trajik sonuçlarıdır özetle... Çetesiyle (üç kankası) birlikte şiddetin her türlüsüne eğilimli on beş yaşında bir genç olan Alex, estirdiği terörün kurbanı olmaya doğru gitmektedir. Dayak, tecavüz, aşağılama, yağmalama gibi ‘sıradan’ eylemlerin onu günün birinde cinayete kadar götürmesi ise Alex için ‘yolun sonu’ demektir. Otorite tarafından hapsedilen, sonra da yeni bir ‘ıslah’ çalışması için ‘denek’ olarak kullanılacağı tesise götürülen anti-kahramanımız, burada ‘iyi’ olması için özel bir araştırmaya alet edilir. İçindeki şiddet duygusunu törpüleyip yok etmeye dayalı bu ‘acımasız’ çalışma meyvelerini verir, ama Alex için trajedinin sonu gelmemiştir daha, hatta taptaze bir başlangıç yapmıştır genç adamın kötücüllükle imtihanı... 



Burada okuduğunuz hikâye, insanoğlunun ‘kirli’ yüzünü yansıtan en can alıcı trajedilerden birini gözler önüne serer. Anthony Burgess’ın metninden sızan karamsarlık, önce insanlığı yargılar, sonrasındaysa onu mahkûm eder. İnsan doğasının içinde var olan gizli ya da açık şiddetin üzerine yüklenir bu metin, şiddetle olan alışverişimizi her adımda daha da keskinleşen bir yapıyla yüzleştirir. Alex’in cellattan kurbana, oradan sıradanlığa, ardından da kahramanlığa uzanan yolculuğuyla ‘ikiyüzlü’ insan tavrını netleştirir. Ve bu yolculuk, değiştirip dönüştürme hastalığının aslında hiçbir şeyi değiştirmediğini de kanıtlar bir yandan. 



Otomatik Portakal’, toplum tarafından ‘düzeltilmeye’ çalışılan genç bir adamın ‘şiddetli’ serüvenini anlatırken, aynı zamanda onun büyümesini de gözler önüne serer. Belki son ana kadar bu büyümenin işaretleri yoktur onun zihninde ve bedeninde, ama romanın final bölümünde bu durumu net biçimde görürüz. Alex’in insan içine çıktıktan sonraki ruh hali, geçmiştekiyle örtüşür gibidir, hatta yeni bir çeteyle kaldığı yerden devam etmeye çalışır. Oysa tüm bunlar, bir ‘reddediş’in yansımasıdır ve bu ‘yapay’ hissiyattan sıyrılması kaçınılmazdır. Artık on sekiz yaşındadır ve gördüğü onca şeyin tortusuyla büyümüştür, en azından büyümesi gerektiğinin bilincindedir... 


Anthony Burgess, dille olan sıkı alışverişini bu metinde de geniş bir perspektiften yansıtmayı başarır. Özellikle argo kullanımında ‘özgün’ hamleler gerçekleştirir, Alex’in ağzından eksik etmediği küfürlere ‘yabancılaştırıcı’ bir efekt kondurur. Birinci tekil şahıstan, yani Alex’in kendisinden dinlediğimiz bu serüven, karakterin kendini ‘aklama’ girişimlerinin de yardımcısıdır. Kötücüllükle donanmış bu karakter, hikâyeyi anlatırken okura ‘şirin’ görünmek için elinden geleni yapar. Evet, öncelikle suçlanması gereken toplumdur ama onun da ‘günah’ta büyük payı olduğu aşikârdır.
Yazarın müzikle doğrudan ilişkisi, ‘Otomatik Portakal
’da olanca ağırlığıyla kendini hissettirir. Beethoven’in 9. Senfonisi ise bu alanda başrolü üstlenir. Müzik, bir yandan Alex’in ruh halini biçimlendirirken, öte yandan da öykünün kilometre taşlarını işaretleme işlevini üstlenir. Herkese ve her şeye nefretle bakan Alex’in otorite tarafından ‘düzeltilme’ aşamasında Beethoven müziğiyle yaşadığı duygusal çırpınışsa bu durumun doruğa çıktığı anları getirir beraberinde...




McDowell’ın tek büyük rolü 
Anthony Burgess’ın romanının yayımlanışından dokuz yıl sonra gösterime giren beyazperde uyarlaması, Stanley Kubrick’in elinde çok daha etkili bir yapıya kavuşur. Romanın işaretlediği yerleri kusursuzca takip eden yönetmen, sadece finalde durup düşünür ve farklı bir yöne doğru akıtır eserini. Daha doğrusu, Burgess’ın metnindeki final bölümünü kullanmaz, yani işin ‘büyüme’ boyutunu törpüler, ‘kahraman’ Alex noktasında bitirir hikâyeyi.
Öte yandan Stanley Kubrick’in hikâye anlatımındaki mükemmellik arayışının en çarpıcı göstergelerinden biridir ‘Otomatik Portakal’. Merkeze yerleştirdiği karakterin serüvenini kusursuz bir zamanlama duygusuyla anlatan yönetmen, ona yüklediği anlamların ardına saklanan ayrıntıları da zengin sinema dilinin getirdiği rahatlıkla yansıtır. Özellikle Alex’in yolculuğunun ilk bölümündeki nesnelere, karakterlere ya da kavramlara yönelik ayrıntılarda ‘tamamlayıcı’ bir biçem kendini gösterir; öykünün mükemmel bir bedene kavuşması adına sağlam sinemasal dokunuşlardır bunlar.

Başkarakterin romandaki yaşından epeyce büyük olmasına rağmen, bu filmin yıldızı Malcolm McDowell’dır. Aktör, filmin her karesine sinen oyunculuk becerisiyle devamlılık duygusunu derinden hissettirir bizlere. Alex’in ‘karmaşa’yla hayat bulan ruh hali bütün bedenine yansır, yüzünün her bir kıvrımında bu ‘sağlıksız’ durumu görürüz. Öykünün rahatsız edici doğasını körükleyen performansı, izleyeni karakterden nefret ettirirken, ilerleyen dakikalarda bu nefretin acımaya dönüşmesiyle beklenen etkinin sağlandığına ilk elden tanık oluruz. Kubrick belgeseli ‘A Life In Pictures’da yönetmene kırgınlığını dile getiren McDowell, çekimler sırasında yakın dostu olarak gördüğü sinemacının bir daha yüzüne bile bakmadığını söylerken, aslında Kubrick için sevgi/nefret ilişkisiyle bezeli bir parantez açar. Sonraki yıllarda ikinci, hatta üçüncü sınıf filmlerde rol bulabilen yetenekli aktör, usta yönetmenin bu durumun sorumlusu olduğunu ima etmek istemiştir belki de... “Kötücüllük, film kareleriyle sınırlı kalmıyor.” demenin başka bir yoludur diye de düşünülebilir bu serzenişin ardında yatanlar. 



En iyi film, yönetmen, uyarlama senaryo ve kurgu dallarında Oscar’a aday gösterilen, bunu yedi BAFTA ve üç Altın Küre adaylığıyla destekleyen ‘Otomatik Portakal’, sinemanın ‘tespit etme’ özelliğini en doğru biçimiyle yansıtan çalışmalardan biridir. Bunu kışkırtıcı bir biçemle beyezperdeye taşıyan yönetmen, ‘şiddetin tarihçesi’ni yazmak gibi bir iddia taşımamasına rağmen, nihayetinde böylesi bir izlenim yaratır seyirci üzerinde. Sıradan hayatların boşluklarına kısılıp kalmış şiddetin açığa çıkma nedenleri üzerine tumturaklı cümleler kurar, bir insanlık trajedisi aracılığıyla şiddetin boyutlarını sergiler. ‘İyilik’ ve ‘kötülük’ kavramlarının göreceliliğini işaret eder, otoritenin faşizanlığına vurgu yapar, baskının sonuçlarını deşifre eder. Tüm bunları ahenkle dans ettirmesiyse belki de sadece onun yapabileceği bir şeydir. ‘Otomatik Portakal’ı tüm zamanların en seyre değer filmlerinden biri yapan da onun bütüne hakim olan bu tarzıdır. Hikâye akar, söylenecekler söylenir, karakterler boşluğa düşmez, eylemlerin her zaman bir anlamı vardır, filmin istediği her şey sınırlardan arınmış haliyle karşımıza gelir ve acı çekilecekse çekilir, rahatsız olunacaksa olunur... 

"kendi istegimle kotu kalmak mi, yoksa toplumsal fedakarlik ve iyi niyet adina iyi olmak mi?" sorusunun cevabini hic cekinmeden "kendi istegimle kotu kalmak" diye yanitlayan izlenesi bir film..

Not: Filmin orjinal ismi olan ' A Clockwork Orange 'daki ''orange'' 'human being' yani 'insanoğlu' anlamına gelmektedir.Türkçe çevirisi 'Otomatik Portakal' olan film 'Türkçeye saçma çevrilen filmler'den bir tanesidir malesef...


OTOMATİK PORTAKAL 
Anthony Burgess 
Çeviren: Dost Körpe 
Türkiye İş Bankası 
Kültür Yayınları 
2011 (13. baskı), 
168 sayfa 
10 TL.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder